GİRİŞ
Yaklaşık yetmiş bin yıl önce…
Sıvıyla dolu silindir cam haznenin içindeki devasa yaratık, bir tür transa girmeye çalışır gibi gözlerini kapadı, kollarını hafifçe iki yana açarak parmak uçlarını birleştirdi. Birkaç saniye sonra yaratığın alnında üçgen şeklinde kırmızı bir şekil ortaya çıktı, şekil kısa sürede belirginleşti.
Artık zamanı gelmişti. Çok uzun süredir insanoğlunun inşa ettiği bu tuhaf hapishanede bir kanun kaçağı muamelesi görüyordu.
“Zavallılar,” diye düşündü, “beni gerçekten burada kapalı tutabileceklerine inanıyorlar.”
İyice konsantre oldu. Artık rahatça görebiliyordu.
Yaklaşık elli mil uzaktaki dev reaktörün görüntüsü, en ufak teknik detaylarına kadar kafasının içindeydi. Her şey elini uzatsa dokunabileceği kadar canlıydı.
Ona gereken şey basitti. Zihnini taradı. Atom reaktörünün su seviyesinin altına inşa edilmiş soğutucusunu buldu. Kendi kendine hafifçe gülümsedi. Tuhaf bir gülümsemeydi bu. Soğutma pompalarını tesise bağlayan kanalların projeleri, hiçbir dış unsurun müdahale edemeyeceği düşüncesiyle okyanusun ortasındaki adanın dışarıdan erişimi mümkün olmayan zeminine inşa edilmişti. Onun için ise bunu yapmak çocuk oyuncağıydı.
Sabaha karşı saat 05.15… Soğutma pompalarından biri nedensizce durdu. Dev reaktörün ürettiği ısı, soğutucuya ulaşamıyordu. Kısa süre sonra yedek soğutma sistemi devreye girdi. Ne var ki onun da devre dışı kalması ancak birkaç saniye sürdü.
Tüm bunlar olurken, ilginç bir şekilde alarmlar çalışmadı. Tüm göstergeler normaldi. Periyodik aralıklarla monitöre göz atan güvenlikten sorumlu teknik adamlar için her şey yolundaydı.
Durum çok geç fark edildi. Monitör, olması gerektiği gibi soğutucunun devre dışı kaldığını haber verdiğinde, her yer şiddetli bir şekilde sallanmaya ve sarsılmaya başlamıştı bile…
***
Tuhaf bir gözlük takmış olan uzun beyaz saçlı ve beyaz önlüklü yaşlı adam, genç meslektaşlarına dönerek çökkün bir ifadeyle,
“Hiç şüphe yok,” dedi. “Bunu o yaptı.”
“Muhafaza alanı devreye girmedi mi?” dedi odadaki diğer üç adamdan en genci.
“Sorunsuz çalışıyor,” diye yanıtladı beyaz saçlı adam. “Ama hiçbir işe yaramıyor.” Konuşurken ayakta durmakta zorlandığı belliydi. Olacakları tahmin edebiliyordu.
“Hepimizin ortak kararıydı Profesör. Doğru olduğuna inandığımız şekilde davrandık.” dedi seyrek saçlı, ellili yaşlarda sarışın olan.
Yaşlı adam yanıt vermedi.
“Prosedürü başlatacak mıyız?” diye sordu genç olan. Kendi sesini, konuşan sanki bir başkasıymış gibi algılıyordu. Her tarafı uyuşmuştu. Bu günün gerçekten gelmiş olabileceğine hala inanamıyordu. Tüm gerçeklik duygusunu yitirmişti. Profesör, soruya soruyla karşılık verdi,
“Başka bir önerisi olan var mı?”
Kısa bir sessizlik oldu. Kimse yanıt vermedi. Zaten bu gerçek bir soru değildi.
Seyrek saçlı sarışın doktor,
“Görevi kime vereceksiniz?” diye sordu. Profesör düşünüyormuş gibi yaptı. Sonra,
“Bildiğiniz gibi,” dedi, “bu işi üstlenebilecek üç kişi var, Jakob, Pieter ve…”
Profesör sözünü tamamlayamadan, yer yeniden ve ilk seferinden daha büyük bir şiddetle sarsılmaya başladı ve aynı anda ortalık tümüyle karanlığa gömüldü.
***
BÖLÜM-1
Washington DC,
Kasım 2021
Colonel Armstrong saatlerdir gömülüp kaldığı kitaptan nihayet başını kaldırdı. Hareketsizlikten tutulmuş kollarını ve bacaklarını gerinerek açtı. İki parmağıyla gözlerini ovdu. Gözleri kızarmış ve görüntüler çatallaşmaya başlamıştı. Saatine baktı.
20:18… Akşam yemeğine geciktiğim için bana yine kızacak…
Masanın üzerinde duran kalemlerden birini ceketinin iç cebine, diğerlerini kalemliğe koydu. Kalkmaya hazırlanırken kapı çaldı. Gelen David’di.
“Benden istediğiniz bir şey yoksa ben çıkıyorum Bay Colonel…”
David Bruster, neredeyse meslek hayatının başından beri Colonel’in yanındaydı. Oldukça güvenilir, olgun ve her türlü hırstan arınmış bir adam olan David, güvenlik görevlisi, sekreter, şoför ve hatta bazen aşçı olarak Colonel’in daima yanında olmuş, bunun da ötesinde babacan tavrıyla kendisinden yaşça küçük patronuna yeri geldiğinde faydalı tavsiyelerde bulunmuş, zor durumlarda onu desteklemişti. Bu bakımdan aralarındaki ilişki işçi işveren ilişkisinin ötesindeydi.
“Elbette David çıkabilirsin”.
Altmış yaşlarındaki adam bir taraftan paltosunun düğmelerini ilikliyordu.
“Geç oldu efendim kendinizi fazla yormayın” Belli belirsiz göz kırptı.
“Ben de şimdi çıkıyordum David…”
Colonel’in yüzündeki samimi gülümsemeyi gören David, sessizce arkasını dönerek kapıyı kapattı ve çıktı. Colonel, döner koltuğuyla hafifçe sola doğru hareket ederek kısa bir süre dalgın dalgın pencereden dışarı baktı. Hava serinlemiş ve hafif bir yağış başlamıştı.
Genç adam ayağa kalktı, üzerinde çalıştığı kitabın arasına ayraç koyup kapattı. Genişçe çalışma odasının sağ duvarını tümüyle kaplayan kitaplığa doğru ilerledi. Bir süre ne yapmak istediğinden pek emin değilmiş gibi duraksadı. Daha sonra ceketinin sağ cebinden küçük bir anahtarlık çıkardı. Hafifçe eğilerek kütüphanenin alt tarafındaki kapalı gözlerden birini anahtarla açtı. Karşısına titizlikle düzenlenmiş birtakım dosyalar ve küçük ama sağlam bir kasa çıktı. Kasayı anahtarlığındaki diğer anahtarla dikkatli bir şekilde açtı. Kasanın içinde para, mücevher, silah veya herhangi bir değerli eşya yoktu. Bunun yerine kalın ciltli ve oldukça eski olduğu ilk bakışta anlaşılan bir kitap vardı. Kitabı yavaşça kasadan çıkardı. Kapağını açtı.
Her şey olması gerektiği yerde…
Oldukça kararlı bir adam olan Colonel, o gün için yapmak istediği şey konusunda oldukça tereddütlü görünüyordu. En sonunda önce kasayı, sonra dolabı kilitledi, kapıya doğru ilerleyerek askılıktan deri çantasını aldı, elinde tuttuğu kitabı dikkatlice çantasına yerleştirdi.
Belki de bu kadar tedbir gereksizdir, muhtemelen boşuna endişeleniyorum…
Çantayı sol omzuna astı, diğer eline paltosunu alarak odadan çıktı. Dar merdivenden aşağı inerek binlerce kitabı barındıran yüksek tavanlı geniş salona ulaştı. Eksik olan bir şey olup olmadığını görmek üzere alışkanlık gereği etrafına şöyle bir göz gezdirerek kapıya doğru ilerledi. Dışarıdan kilitlenmiş olan kapıyı kendi anahtarıyla içeriden açtı, dışarı çıktı. Hava gerçekten soğuktu. Kapıyı hızlıca kapatıp kilitledi. Paltosunu giymekle vakit kaybetmek yerine, koşar adımlarla her zamanki yerine- caddenin hemen karşısına- park ettiği 1972 model Citröen DS 21 marka otomobiline doğru ilerlemeyi tercih etti.
Aracına bindi, paltosunu arka koltuğa, çantasını yan koltuğa koyarak trafikten men edilme riskine rağmen kullanmaktan vaz geçemediği otomobilinin motorunu çalıştırdı. Cep telefonuna gelen mesaj bildirim sesini duydu.
“Geciktin?”
Kendi kendine gülümseyerek cevap yazdı:
“Yarım saate evdeyim”
Colonel Armstrong, evine gitmek üzere hareket ettiğinde, caddenin karşısında elli metre kadar geride park halinde bekleyen bir kamyonetin de kendisiyle aynı anda hareket ettiğini fark etmedi…
ÖZER MUMCU
Yorum bırakın