SİYAH TELEFON

ÖZER MUMCU

Giriş

     Salih Yalçınkaya kendi evinin kapısını bir kez daha çaldı. Açan olmayınca ceketinin cebinden anahtarlığını çıkardı. Bir tomar anahtarın takılı olduğu anahtarlıktan eve ait olanı buldu. Bunu yaparken tek elini kullandı çünkü sol koltukaltında koca bir paket taşıyordu.

     Anahtarı kilide takıp çevirdi. Ayakkabılarını çıkardı ve içeri girdi. Akşamın sekiziydi ve hava çoktan kararmıştı ama görünüşe bakılırsa Şükriye evde değildi.

     Yine nereye gitti bu kadın… Hangi cehenneme gittiyse umarım yiyecek bir şeyler hazırlayıp da gitmiştir…

     Salih Yalçınkaya ve Şükriye Yalçınkaya on sekiz yıl önce evlenmişlerdi. Çiftin çocukları olmamıştı. Salih Yalçınkaya, Bayrampaşa civarındaki Taha Tekstil adlı kurumda atölye şefi olarak çalışıyordu. Ortaokul mezunu karısı Şükriye Yalçınkaya işsizdi. Veya tercihe göre ev hanımıydı. Evleri Beyoğlu’nun uyduruk bir köşesindeki üç katlı eski bir apartmanın giriş katındaydı. Pek geniş sayılmazdı ve küf kokuyordu.

     Salih Yalçınkaya salona geçti. Masanın üzerine koltukaltında tuttuğu paketi büyük siyah poşetinden çıkararak bıraktı. Paketi açmadan önce mutfağa gitti.

     Buzdolabının üzerinde “Dolapta yiyecek bir şeyler var, ısıtıp yersin. Ben Ayten ablalara gidiyorum geç kalabilirim” yazıyordu.

     Dolabı açtı. Üç gün önce pişirilmiş karnıyarıktan geriye kalanı kendi kendine söylenerek ısıtıp yedi. Sonra kendisine az şekerli bir  Türk kahvesi pişirdi. Kahveyi alarak salona geçti.

     Nihayet paketiyle baş başa kalabilmişti. 

     Kafası karışıktı. Bugün ona neler olduğunu anlayabilmiş değildi. Eski püskü metalik gri Fiat Palio’suyla işten çıkmış eve gelirken, birileri kulağına fısıldamış gibi Çukurcuma’ya kırmış, kendini dar ve taş kaplı karanlık bir sokakta bulmuş, birkaç yüz metre yokuş yukarı tırmandıktan sonra birkaç katlı tarihi bir binanın önüne park etmişti. Oralara gittiğini, aracından indiğini, küçük ama dikkat çekici bir tabelanın asılı olduğu giriş kattaki yüksek tavanlı antikacıya girdiğini net bir şekilde hatırlıyordu. Ama kendi yaptığı şeylermiş gibi değil. Şimdi düşününce tüm bunları sanki başka birinin yaptığı ve kendisinin dışarıdan seyrettiği şeylermiş gibi hatırlıyordu.

     İçeri girdiğinde, adının Hasan bilmem ne olduğunu söyleyen kel kafalı kalın gözlüklü kurnaz bakışlı yaşlı adam, onca ıvır zıvırın içinde onu eski siyah telefonun olduğu yere götürmüştü. Sanki o lanet olası telefondan böylesine büyüleneceğini önceden biliyormuş gibi. Yaşlı adamın peşi sıra ahşap dar merdivenlerden asma kata çıkmıştı. Telefonu gördüğü anda büyülenmişti. Yaşlı adamın söylediğine göre, parlak siyah renkli bu telefon 1962 yılında Amerika’da üretilmişti. Modeli ITT 2500’dü. Üzerinde dönerli çevirme diski vardı.

     Salih Yalçınkaya kahvesinden bir yudum daha aldı. Oturduğu yerden karşısındaki masanın üzerinde duran büyük eski karton kutuya çekinerek baktı. Hangi motivasyonla satın aldığını ve ne yapacağını hiç bilmediği kutudan korkuyor gibiydi. Daha doğrusu kutunun içindekinden.

     Ayağa kalktı. Masaya doğru ilerledi. Kare şeklindeki gri kutuyu üst tarafından açtı. Altmış yaşındaki parlak siyah telefonu dikkatlice kutudan çıkardı. Telefonun garip havasından bir kez daha etkilendi. Bu tuhaf alet, her an canlanıp onunla konuşacak gibiydi.

     Salih Yalçınkaya hayatının hiçbir aşamasında ince zevklere sahip olan entelektüel bir adam olmamıştı. Meslek lisesi mezunuydu. Kitap okumaktan hoşlanmazdı. Konsere veya tiyatroya gitmez, belgesel falan izlemezdi. Bu nedenle antika bir eşyanın nasıl muhafaza edileceği konusunda hiçbir fikri yoktu.

     Belki de bu işi bu kadar derinlemesine düşünmenin bir anlamı yoktu. Telefonu salondaki babadan kalma eski ahşap sehpanın üzerine bıraktı. Televizyonu açıp ayaklarını uzattı. Bütün gün çalışmıştı ve yarın yine erkenden kalkıp işe gitmek zorundaydı.

     Hafta sonu oynanan Fenerbahçe Beşiktaş maçının özetini izlerken uyuyakaldı.     

Bölüm 1

     Salih Yalçınkaya uyandığında sabahın yedisi olduğunu fark etti. Salondaki koltukta oturduğu yerden dokuz saat boyunca deliksiz uyumuştu. Üzerinde hala dünkü iş kıyafetleri vardı. Boynu tutulmuştu.

     Daha önce bu şekilde uyuyakaldığını hiç hatırlamıyordu.

     Galiba yaşlanıyorum artık… Ama… Şükriye? Nerede bu kadın? Beni neden uyandırmadı?

     Gerinerek koltuktan kalktı. Karısına seslendi.

     “Şükriye! Evde misin?”

     Şükriye’nin boğuk sesi mutfaktan yanıt verdi.

     “Buradayım. Kahvaltıyı hazırladım, sen ye geç kalma. Ben markete gidiyorum. Eksikler var onları alayım.”

     “Ama sen neden…”

     Salih Yalçınkaya iki saniye sonra kapanan kapının sesini duydu. Karısını yine görememişti. Haklı olarak bu işte bir terslik olduğunu düşündü.  Ama şimdi buna kafa yoramazdı. İşe yetişmek zorundaydı.

     Mutfağa geçti. Masanın üzerinde iki dilim kızarmış ekmek, biraz peynir ve bütün bir domates vardı. Çay demlenmemişti ama sıcak su vardı. Kendine bir neskafe koydu. Peynir ve ekmeği yerken kahvesini içti. Domatese elini sürmedi.

     Mutfaktaki işini bitirdikten sonra banyoya gitti. Hızlıca tıraş oldu. Saatine baktı. Şükriye çıkalı yarım saat olmuştu. Market eve elli metre mesafedeydi.

     Çoktan gelmiş olmalıydı…

     Saat sekize geliyordu. Bu işle akşama ilgilenecekti. Hemen çıkmalıydı. Tam kapıya yaklaştığında aklına dün satın aldığı telefon geldi. Nedenini bilmiyordu ama onu bir kez görmeden evden çıkamazdı.

     Salona gitti. Telefon dün gece bıraktığı yerde, eski sehpanın üzerindeydi. Başka nerede olacaktı ki.

     Telefonu görür görmez ürperdi. Bu alet onu hem tedirgin ediyor, hem de etkisi altına alıyordu. Yine aynı duyguya kapıldı. Antika alet sanki her an kendisiyle konuşmaya başlayacak gibi hissetmişti. Derin bir nefes aldı. Kendini sakinleştirdi. Hafifçe tebessüm etti ve salondan çıkıp işe yetişmek üzere arkasını döndü.

     İşte tam da o an beyninden vurulmuşa döndü. Telefon çalıyordu.

     Drrrrrrnnnn! Drrrrnnnnnnn! DDrrrrıııınnnnnnnnn!!

     Fakat… Bu gerçek olamazdı.

     Zırrrrnnnn!

     Salih Yalçınkaya bacaklarının kesildiğini hissetti. Gözleri karardı. Başı döndü. Düşecek gibi oldu. Beyni ortadan ikiye yarılmıştı sanki. Midesi de bulanıyordu.

     Dııırrrnn!

     Yalçınkaya kendini toparladı. Hayal görmüyordu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama bu durumun mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalıydı.

     Rrıınnnnn!

     Lanet olası alet çalmaya devam ediyordu ve susmaya niyeti yok gibiydi.

     Salih Yalçınkaya, yaptığı şeye kendisi de inanmakta zorlanarak, titreyen elini telefona götürdü. Ahizeyi kaldırdı.

     “A… alo?”

     Ses yok.

     “Kimsiniz?”

     Bu kez cehennem kaçkını telefonun her nasılsa bağlı olduğu hattın diğer tarafından ses geldi. Konuşan tahminen yirmi yaşlarında genç bir kızdı.

     “Kim olduğumu çok iyi biliyorsun.”

     “Ne demek istiyorsunuz? Kim olduğunuzu nereden bileyim? Tüm bu olanlar ne anlama…”

     Dıt dıt dıt dııııt…

     Hat kesilmişti. Salih Yalçınkaya ahizeyi yerine bıraktığında kalbi göğsünden dışarıya fırlayacakmış gibi atıyordu. Eliyle alnından süzülen soğuk terleri sildi. Bir süre telefonun başında bekledi. Ama aletten ses seda çıkmadı.

     Yalçınkaya, banyoya giderek soğuk suyla yüzünü yıkadı. Derin derin nefes aldı. Kendini toplamaya çalıştı ve işe yetişmek için koştura koştura evden çıktı.

Bölüm 2

     Salih Yalçınkaya bir buçuk saat sonra işinin başındaydı. Bayrampaşa’daki bu tekstil atölyesinde, son iki yılı atölye şefi pozisyonunda olmak üzere uzun yıllardır çalışıyordu.

     Yüksek tavanlı, geniş ve aydınlık alanda gerekli makineler ve iş istasyonları düzenli sıralar halinde yerleştirilmiş olup, ortamda dikiş makineleri, kesim masaları, ütüleme istasyonları ve kumaş rulosu depolama alanları bulunuyordu. Atölyede işçilerin çalıştığı bölümler odacıklar halinde birbirinden net bir şekilde ayrılmıştı ve her bölümde farklı bir üretim aşaması gerçekleştiriliyordu.

     Salih Yalçınkaya’nın görevi ise üretim sürecinin planlandığı şekilde yürütülüp yürütülmediğini denetlemek, bazı noktalarda kalite kontrolü yapmak, makinelerden arıza yapan olursa gerekli müdahalede bulunmak, hammadde ve stok durumunu kontrol etmek, iş güvenliğini sağlamak ve beklenmedik bir aksilik olursa devreye girmekti.

     Ama o gün orada yaptığı şey, açıkçası iş tanımının hiçbir maddesine uymuyordu. Atölyenin içinde dalgın dalgın yürürken kafasının içindeki hayaletlerle boğuşuyordu. Bunu yaparken işinin başında çalışan işçileri bir perdenin veya televizyon ekranının arkasından görüyor gibiydi. Kendisine selam veren veya belki bir şeyler soran birkaç işçiyi fark etmedi bile. Fiziken oradaydı. Zihnen değildi.

     O lanet olası telefon nasıl olup da çalabilir? Bu mümkün değil… Tanrım nasıl… Deliriyor muyum? Hayır, hayır… Mutlaka bir açıklaması olmalı. Bunu nasıl öğrenebilirim? Buldum… Onu satın aldığım yere geri döneceğim. Ve o yaşlı adama… adı neydi… Hasan’a soracağım. Mutlaka bana söyleyecek bir şeyleri olmalı. Ama, o cehennem kaçkını aletin nasıl olup da çaldığını anlatsa bile konuşan genç kadının kim olduğunu söyleyemez ki… Genç kadın demişken, tam da böyle bir zamanda Şükriye’nin davranışları ne kadar tuhaflaştı. Acaba bu işle bir ilgisi olabilir mi? Yok artık daha neler… Ben çıkıp bir sigara içeyim.

     Yalçınkaya silkinerek kafasını toplamaya çalıştı. Çıkışa yöneldi. Kapının önünde bir sigarayla, yanında kahve makinesinden karton bardakta alacağı o zift gibi iğrenç kahveden içerse kesin toparlanırdı.

     Öyle de yaptı. Ve gerçekten de şimdi kendini biraz daha iyi hissediyordu. Ama az sonra bu durumun geçici olduğuyla yüzleşmek zorunda kalacaktı.

     Sigarasının izmaritini beton zeminin üzerine attı. Ayağıyla ezerek söndürdü. Sonra sokakta değil iş yerinde olduğunu hatırladı. Kendi kendine söylenerek eğildi, izmariti yerden alarak silindir şeklindeki metalik çöp tenekesine attı. Soğumuş kahvesinin son yudumunu da ağzını buruşturarak içti. Karton bardağı eliyle sıkıştırarak az önce sigarasını attığı yere attı. Birkaç saniye aptal aptal bakındıktan sonra tekrar içeri girdi. Molası bitmişti.

     Yalçınkaya, büyük demir kapıdan geçerek içeri girdi. Sola döndü. Kumaş depolarının yanından geçti. Yürümeye devam ederken kalite kontrol odasının kapısının aralık kalmış olduğunu fark etti. İçeri girip göz atmak için kapıya yaklaştığında iki kişinin fısıldaştığını fark etti. Ne konuştuklarını merak ederek çaktırmadan dinlemeye başladı.

     “…fena boynuzlamış adamı desene. Peki evden çıkarken ne bahane uyduruyormuş?”

     “Ne var o zavallıyı kandırmaya. Komşuya gidiyorum der, alışverişe gidiyorum der. Akrabam hasta ona bakmam lazım der. Bahane mi yok…”

     “Hahah! Doğru söylüyorsun. Ama ne hatundu o. Bir iki kez görmüştüm buraya uğramıştı. Acaba bize de…”

     Salih Yalçınkaya göğsünün sıkıştığını hissetti. Kan beynine sıçramıştı. İçerideki iki adam karısından mı bahsediyordu?

     Sakinleşmeye çalıştı. Dünkü cehennem zebanisi telefon yetmezmiş gibi şimdi de…

    Hayır, hayır. Bu mümkün olamazdı. Şükriye dünyanın en iyi kadını sayılmazdı ama o tür bir kadın da değildi.

     Yoksa öyle miydi? Bu zayıf bir ihtimaldi ama içine kurt düşmüştü bir defa. Bunu öğrenene kadar rahat edemezdi.

Bölüm 3

     Salih Yalçınkaya mesai bitiminde atölyeden ayrılmadan karısını telefonla aradı. Şükriye Yalçınkaya bu aramayı yanıtsız bıraktı. Bunun üzerine, Salih Yalçınkaya karısına mesaj yazdı.

     Şimdi işten çıkıyorum. Seni aradım ulaşamadım. Neredesin? Eve bir şey lazım mı?

     Bir dakika bekledi. Mesaj gönderilmiş ama görülmemişti. Salih Yalçınkaya daha fazla beklememeye karar verdi. Paltosunu giydi* ve atölyeden ayrıldı. Elli metre uzaktaki aracına bindi. Telefon ekrarına bir kez daha baktı. Mesaj hala görülmemişti.

     Ne haltlar karıştırıyorsun lanet olasıca…

     Eski püskü Fiat Palio’yu çalıştırdı. Motor ısınana kadar* ne yapacağını düşündü. Kafasını kurcalayan iki meseleden hangisine öncelik vermeliydi? Sonunda, eğer karısı tarafından aldatılıyorsa bunu öğrenmek için o kadar da can atmadığına karar verdi. Diğer meseleye gelince…

     Önce Beyoğlu Çukurcuma’ya, telefonu satın aldığı galeriye gidecekti. Karısıyla sonra ilgilenirdi.

     Önünde yaklaşık on beş kilometrelik yol vardı. Bu on beş kilometre, İstanbul’da değil başka bir yerde yaşıyor olsa on beş dakikada kat edilecek bir mesafeydi ama ne yazık ki İstanbul’da yaşıyordu. Üstelik iş çıkışı saatiydi ve yağmur da başlamıştı. Bu da tahminen kırk beş dakika kadar direksiyon başında olacağı anlamına geliyordu.

     Silecekleri çalıştırdı. Yola çıktı. Atölyenin bulunduğu yerleşkeden ayrıldıktan sonra O-3 otoyolu üzerinden Taksim yönüne ilerledi. Haliç Köprüsünü geçtikten sonra Tarlabaşı Bulvarı üzerinden Beyoğlu’na ulaştı. Sonra ‘Galeri Selvin’in yer aldığı dar sokağı buldu. Hatırladığı kadarıyla bu dar sokaktan birkaç yüz metre yukarı devam etmişti. Yine öyle yaptı.

     Ortada galeri falan yoktu…

     Yanlış bir yere gelmiş olamazdı. İş merkezi aynıydı. Binanın yer aldığı sokak, bitişiğindeki market, diğer yanındaki pasaj girişi… Antikacının bulunduğu giriş katı da aynıydı. Aynı yüksek tavanlı, koyu renk cam kaplı dükkan, aynı giriş. Tek farkla. Şimdi orada bir antikacı değil evcil hayvan dükkanı yer alıyordu. Dışarıdan görebildiği kadarıyla içeride genç bir kadın çalışıyordu. Adının Hasan bilmem ne olması oldukça zayıf ihtimal olan bir kadın.

     Ben… deliriyorum galiba. Tüm bu olanların başka bir açıklaması olamaz.

     Hayvan dükkanına girmeye cesaret edemedi. Sigara alma bahanesiyle binanın sol tarafında kalan markete girip birilerinin ağzını aramak en iyisiydi.

     Hafifçe tereddüt ederek içeri girdi. Yirmili yaşlardaki uzun boylu zayıf çocuktan bir paket sigara vermesini istedikten sonra lafı pat diye yan taraftaki hayvan dükkanına getirdi.

     “Şu bitişik iş merkezinin girişindeki pet shop ne zamandır var?”

     Genç adam beklemediği bu soru karşısında hafifçe afalladı.

     “Tam emin değilim ama herhalde altı aydır falan… Belki de bir yıl olmuştur.”

     “Şey… bundan emin misin delikanlı? Yani, söylemeye çalıştığım, orası bugün açılmış olamaz değil mi?”

     Zayıf ve hafifçe kambur duran beyaz yüzlü genç adam, Salih Yalçınkaya’ya dik dik baktı ve net bir ifadeyle “Hayır” dedi. Bunu yaptıktan sonra adamın gözlerine bakmaya devam etti. Bu bakışlar buradan defolup gider misin lütfen? Delilerle uğraşacak zamanım yok anlamına geliyordu.

     Salih Yalçınkaya da öyle yaptı. Bu kadar boktan bir durumdayken, üzerine bir de kavga çıkarmanın kendisine bir fayda sağlamayacağını bilecek yaştaydı.

     Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştı. Hızlanmaya başlayan yağmurun altında eve dönmek üzere Palio’suna bindi.

Bölüm 4

     Salih Yalçınkaya eve döndüğünde saat ona yaklaşmıştı. Aracını apartmanın hemen aşağısında kalan her zamanki yerine park etti. Araçtan inmeden önce telefonuna baktı. Şükriye’den cevap yoktu.

     Bir taraftan karısına, bir taraftan yağmura söverek arabasından indi. Yakasını kaldırarak koşar adım apartmanın giriş kapısına gitti. Kapıyı açtı. İçeri girecekken tuhaf bir şey fark etti. Tepeden tırnağa siyah takım elbise giymiş iri yarı, orta yaşlı iki adam, markasını bilemediği lüks bir araca dayanmış, yağan yağmura aldırış etmeden dik dik kendisine bakıyordu. Adamlar Salih Yalçınkaya’nın kendilerini fark ettiler, ancak umurlarında olmadı. Dik dik bakmaya devam ettiler.

     Yalçınkaya, apartman kapısını içeriden kapatarak evine doğru ilerledi.

     Zile bastı.

     Kimse yok…

     Tekrar bastı. Kapıyı kimse açmadı. Anlaşılan o ki karısı evde değildi. Şükriye’nin son zamanlardaki şüpheli hareketleri, atölyede kalite kontroldeki çalışanların dedikoduları, telefon, pet shop… Şimdi de kapıdaki şu tuhaf tipler.

     Neler oluyordu böyle? Tüm bu olanlar birbiriyle bağlantılı mıydı?

     Salih Yalçınkaya’nın emin olduğu bir tek şey vardı. Ayakta bile duramayacak kadar bitkin hissediyordu.

     Cebinden anahtarını çıkardı. Kapıyı açtı. İçeri girdi. Kapının önündeki siyahlı adamları hatırlayarak ışıkları hemen yakmadı. Sessizce salona geçerek pencereden dışarıya baktı. Siyah takım elbiseli iki adam, aynen az önce bıraktığı gibi arabalarına yaslanmış öylece duruyorlardı. Sonra kendisine göre sol tarafta kalanı, arkadaşına dönerek bir şeyler söyledi. Bunun üzerine iki adam arabaya bindiler. Ama araç, Salih Yalçınkaya’nın umduğu gibi hareket etmedi. Şimdi siyahlı adamlardan biri direksiyon başında, diğeri sağ ön koltukta oturmuş öylece bekliyorlardı.

     Aynı anda kapının çalmasıyla birlikte Salih Yalçınkaya irkildi. Kimseyi beklemiyordu. Gelen Şükriye olsa kapıyı çalmaz, anahtarını kullanırdı. Yalçınkaya önce donup kaldı, tepki veremedi. Kapı ikinci kez çaldığında, çekine çekine “Kimsiniz?” diyebildi.

     “Benim Salih Bey. Komşunuz Çiğdem.”

     Çiğdem mi? Ne işi var ki o kadının benim evimde?

     “Çiğdem Hanım? Siz misiniz?”

     “Evet Salih Bey. Size yiyecek bir şeyler getirdim. Rahatsız etmiyorum değil mi?”

     Salih Yalçınkaya bu soruya cevap vermedi. Önce salonun, sonra koridorun ışığını yaktı. Ardından kapıyı açtı.

     Çiğdem Turan kırklı yaşlarının sonlarında, kısa boylu, sarışın, hafif balık etli, hoş bir kadındı. Salih Yalçınkaya’nın bildiği kadarıyla genç yaşta kocasını kaybetmiş ve bir daha evlenmemişti. Hemen üst katlarında yaşıyordu. Bugüne kadar selamlaşmak haricinde kadınla herhangi bir münasebetleri olmamıştı.

     Ve şimdi bu kadın, elinde küçük bir tencere olduğu halde karşısında duruyordu.

     “Buy… Buyurun Çiğdem Hanım. Ne istemiştiniz?”

     “Aşk olsun Salih Bey’ciğim, Ne isteyeceğim?  Size yiyecek bir şeyler getirmiştim. Acıkmışsınızdır diye düşündüm.”

     Bana yiyecek bir şeyler mi hazırladın? Bu da ne demek oluyor böyle?

     “Şey… Ama siz, yani…”

     “Ne demek istediğinizi anlıyorum. Şükriye’nin evde olmadığını nereden bildiğimi soruyorsunuz. Son zamanlarda sizinle pek ilgilenmediğini duydum. Aptal kadın. Onun yerinde olmak isteyecek bir sürü kadın tanıyorum. Geçebilir miyim? Beni böyle ayakta mı bekleteceksiniz yoksa?”

     “Nasıl olur bilmem ki. Yani Şükriye…”

     “Salih Bey, yapmayın ama. Şükriye bu gece gelmeyecek. Bunu ikimiz de biliyoruz öyle değil mi? Aptallık etmeyin.”

     “Pekala. Sanırım haklısınız. Ama lütfen önce bana bir dakika müsaade edin. Bir şeyi kontrol etmem gerekiyor.”

     “Edin bakalım…”

     Salih Yalçınkaya koşturarak salona geçti. Pencereden baktı. Siyahlı adamlar yoktu. Derin bir nefes aldı. Sonra eski ahşap sehpanın üzerindeki cehennem kaçkını antika siyah telefona gözü takıldı. Telefon şimdi zararsız sıradan bir eşya gibi görünüyordu. Kapıya gitti.

     “Buyurun, içeri geçin Çiğdem Hanım. Kusura bakmayın. Sizi böyle aniden karşımda görünce şaşırdım sadece. Zahmet etmeseydiniz keşke.”

     Kadın içeri girdi ve babasının evindeymiş gibi rahat tavırlarla mutfağa geçti. Elindeki tencereyi yemek masasının üzerine bıraktı. Dolaptan tabak çıkartırken, “Aman canım ne olacak, yalnız başıma olsam yemek yapmıyor muyum sanki?” dedi. Rahat ve becerikli tavırlarla iki dakika içinde masayı hazırladı. Mutfak kapısında aptal aptal dikilen Salih Yalçınkaya’ya “Hadi canım geç otur, sofrayı beğenmedin mi yoksa?” dedi.

     ‘Canım’ mı?

     Salih Yalçınkaya, beklenmedik ziyaretçisinin aşırı rahat tavrı karşısında şaşkına dönmüş halde kendisine söyleneni yaptı. Komşusu en azından karısından daha güzeldi. Ve bu durum hoşuna gitmeye başlamıştı.

     Yemeklerini bitirdiler. Görünüşe göre kadının niyeti yemek yemekten ibaret değildi. İki yalnız yetişkindiler. Ve Salih Yalçınkaya, sevimli komşusunun geceyi beraber geçirme yönündeki talebini geri çevirmeyecek kadar nazik ve anlayışlı bir erkekti.

     Yalçınkaya uyandığında saat yedi buçuğa geliyordu. Kendi kendine gülümsedi. Kolunu yatağın sağ tarafına attı. Kimse yoktu.

     Doğrularak silkindi.

     Nerede bu kadın?

     “Çiğdeeem?”

     Yanıt yok.

     Kalktı. Hava buz gibiydi. Giysilerini hızlıca üzerine geçirdi. Koşar adımlarla mutfağa gitti.

     Kimse yok.

     Hızlıca salona, banyoya, mutfağa ve arka odalara göz attı. Evde kimse olmadığı gerçeğiyle zor da olsa yüzleşti.

     İşe gitmek zorunda olduğuyla da.

     Kendine hızlıca bir kahve yaptı. Ekmek kızarttı. Bir parça beyaz peynir almak için elini buzdolabına attığında, dün gece fark etmediğine şaşırdığı bir şey gördü.

     Buzdolabının kapağına bir post it yapıştırılmıştı ve üzerinde şöyle yazıyordu:

     “Acilen Konya’ya gitmek zorundayım. Babam çok hastaymış. Seni sonra ararım.”  

     Karısının Konyalı olduğunu hatırladı.

      Bu not belli ki önceki gün yazılmıştı. Bu durumda Şükriye çoktan Konya’ya ulaşmış olmalıydı. Elbette bu bir yalan değilse. Ama dün gece burada masada oturup Çiğdem’le yemek yemişlerdi. Buzdolabının kapağı defalarca açılıp kapanmıştı. Nasıl olup da bu notu fark etmemişti?

     Bunun bir tek açıklaması olabilirdi. Kadın mutfağa girdikten sonra notu fark edip kendisine belli etmeden ortadan kaldırmış, sonra da sabah erkenden ayrılırken bulduğu yere yapıştırmıştı.

     İyi de bunu neden yapmıştı?

     Salih Yalçınkaya yeniden işe yetişmek zorunda olduğunu hatırladı. Kadınların neyi ne zaman hangi nedenle yapacağını kim bilebilirdi ki.

     Hızlıca kahvaltısını bitirip evden çıktı.

Bölüm 5

     Salih Yalçınkaya bir saat sonra işinin başındaydı. Öğle molasına kadar günü her zamanki gibi sıkıcı ve olaysız geçmişti.

     Yalçınkaya öğle yemeği için paydos ettiğinde saat on ikiyi yirmi geçiyordu. Çoğu zaman otomobiliyle yakınlardaki bir esnaf lokantasına gider, veya telefonla ekmek arası bir şeyler sipariş ederdi. Ama o gün nedense öyle yapmadı. Atölye kompleksinin içinde, atölyenin elli metre aşağı tarafında yer alan, tabldot usulü yemek servisi yapan yemekhaneye gitmeyi tercih etti.

     Yemekhane kalabalık sayılmazdı. Sıraya girdi. Fazla beklemeden yemeğini aldı. Boş bulduğu ilk yere oturdu. İştahsız bir şekilde taze fasulyesini yemeye başladı.

     İki dakika sonra yemekhaneden içeriye kendisi gibi kıdemli arkadaşlarından Ercan ustanın girdiğini fark etti. Ercan usta da onu görmüştü. Belli belirsiz selamlaştılar. Beş dakika sonra Ercan usta yemeğini almış ve Salih Yalçınkaya’nın yanına teklifsizce oturmuştu.

     “Afiyet olsun.”

     “Sana da Ercan.”

     “Nasılsın Salih? Her şey yolunda mı?”

     “İyiyim. Bildiğin gibi işte. Gidiyoruz geliyoruz, yok bir yaramazlık. Sen nasılsın?”

     “İyiyim, iyiyim. Çalışmaya devam” dedi Ercan usta ağzına tıkıştırdıklarını çiğnerken. Lokmasını yuttuktan sonra Salih Yalçınkaya’ya doğal gelmeyen bir ifadeyle devam etti.

     “Biraz yorgun görünüyorsun dostum. İyi uyuyamıyor musun? Bazı arkadaşların söylediğine göre birkaç gün üst üste işe geç gelmişsin. İyi olduğundan emin misin?”

     “Evet, eminim” diye kestirip attı Salih Yalçınkaya. Bu gereksiz samimiyetten rahatsız olmaya başlamıştı.

     “Tamam, tamam. Sinirlenme. Sadece senin için endişelendim. Şükriye nasıl, aranızda bir sorun yok değil mi?”

     Salih Yalçınkaya’ya mı öyle gelmişti, yoksa Ercan usta Şükriye’den bahsederken bıyık altından gülüyor muydu? Yalçınkaya sinirlenmemeye çalıştı. Ama kafasını öbür tarafa çevirdiğinde, iki metre ötedeki arka masada oturan tanımadığı iki işçinin ona bakarak sırıttığını ve tuhaf bazı hareketler yaptığını gördü. Bunun üzerine kendine daha fazla hakim olamadı ve olanlar oldu.

     Sinirleri laçka olan Yalçınkaya, yanında oturan Ercan ustanın burnunun üstüne yumruğu çaktı. Adamın burnu kanamaya başladı.

     “Lanet olası psikopat, ben seni…”

     Salih Yalçınkaya, adamın sözünü bitirmesine izin vermeden, suratına ikinci yumruğu da indirdi. Neye uğradığını anlamayan Ercan usta yere devrildi. Salih Yalçınkaya da adamın üzerine çullandı. Gözü dönmüş halde yumruklarını savurmaya devam etti.

     Yemekhanedekiler hemen müdahale etmese zavallı adamı öldürebilecek kadar kendinden geçmişti. Dört kişi birden aynı anda müdahale ederek Salih Yalçınkaya’yı ancak durdurabildiler. Bir grup atölye çalışanı, ağzı burnu kan içinde kalmış yarı baygın haldeki Ercan ustayı revire götürürken, diğer bir grup da sakinleşmesi için Yalçınkaya’yı bahçeye çıkardılar.  

     Olay bir saat içinde yatıştı. Yemekhaneye gidenler açısından biraz gecikmeli de olsa mesai tekrar başladı.

     Bir süre sonra kendine gelen Salih Yalçınkaya olanlara inanamıyordu. Hiçbir zaman kavgacı biri olmamıştı. Fiziken güçlü biri de sayılmazdı. Hayatı boyunca her türlü sürtüşmeden, kargaşadan, tehlikeden uzak durmuş, bunun için yeri geldiğinde aşağılanmaya, hatta komik duruma düşmeye razı olmuştu. Ama bir saat önce olanlar…

     Hissetmeye alışkın olduğu o korku duygusu, bu kez yanına bile uğramamıştı. Kendisinden daha iri yarı bir adam olan Ercan usta, kılını kıpırdatmaya fırsat bulamamıştı. Diğerleri yetişmese, onu öldüreceğine yemin edebilirdi. Ve Allah biliyor ya, yaşananlardan keyif almıştı. Ve vicdan azabı da hissetmiyordu.

     Endişe ettiği bir tek şey vardı. Bu olanlar işinden olmasına yol açabilirdi. Kavga mutlaka patronların kulağına gidecekti veya çoktan gitmişti. Ve onların da hiçbir şey olmamış gibi davranmayacakları kesindi.

     Öyle de oldu. Genel müdür akşama doğru mesai bitiminden sonra Salih Yalçınkaya’yı odasına çağırttı.

     Genel müdür Recep Sapmaz muhafazakar bir adamdı. Salih Yalçınkaya, paçayı kurtarabilmek için adamın bazı hassasiyetlerinden faydalanabileceğini düşündü.

     Karısı Şükriye’yi bir melek gibi tasvir etti. Mazbut bir aileydiler ve bu gibi şeyleri takdir etmekten uzak bir adam olan Ercan usta, karısının namusuna dil uzatmış, olur olmaz şeyler söylemişti. Salih Yalçınkaya adamı uygun bir dille defalarca uyarmış olmasına rağmen, Ercan usta yakışıksız sataşmalarına ve iftiralarına devam etmiş, ağza alınmayacak şeyler söylemişti. Salih Yalçınkaya yaptıkları için çok üzgündü ama başka seçeneği yoktu.

     Bu masal gerçekten işe yaradı. Yalçınkaya ufak bir kınama cezasıyla ve bundan sonra daha dikkatli olmak şartıyla hiçbir şey olmamış gibi işine devam edebilecekti.

Bölüm 6

     Salih Yalçınkaya eve döndüğünde gecenin onu olmuştu. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Gelirken yolda bir büfeye uğrayıp bir şeyler atıştırmış, evde içmek üzere pek de adeti olmadığı halde kendine bira almıştı.

     Neyse ki o gün cumaydı. Son bir haftası kabus gibi geçmiş olsa da, kafasını toplamak için zamanı olacaktı.

     Elini yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa giderek dışarıdan getirdiği poşeti masaya bıraktı. Karısının Konya’ya gittiğini yazdığı not kağıdı hala buzdolabının üzerinde duruyordu. Kağıdı görünce kendi kendine söylendi. Sonra tezgahın üzerinde duran küçük tencere dikkatini çekti.

     Bu tencere Salih Yalçınkaya’nın değildi. Muhtemelen dün geceki sürpriz ziyaretçisi, sabahın erken saatlerinde sıvışırken onu unutmuştu.

     Yalçınkaya kendi kendine pis pis sırıttı. Yorgunluğuna ve başının ağrısına aldırış etmeden tencereyi kapıp üst kata çıktı. Çiğdem Hanım*’ın kapısını çaldı.

     Kadın kapıyı açtı. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı.

     “Buyurun Salih Bey, ne istemiştiniz?”

     Yalçınkaya, elinde tuttuğu küçük tencereyi kadının burnuna sokar gibi uzatırken, onun bu kadar resmi davranmasına şaşırmıştı.

     “Tencereni unutmuşsun.”

     “Efendim?”

     “Neden söz edeceğim, görmüyor musun? Akşam bana yemek getirdiğin tencere… Onu benim tezgahın üzerinde unutmuşsun. Hem neden öyle kaçar gibi gittin haber vermeden? Birlikte çok güzel bir gece geçirmiştik.”

     “Aaa! Ne diyorsun sen be hasta herif! Ben bu tencereyi hayatımda ilk kez görüyorum. Hemen defol yoksa polis çağırırım!”

      Kadın önce Salih Yalçınkaya’nın elinden aldığı tencereyi adamın suratına fırlattı, sonra da kapıyı adamın yüzüne kapadı.

     Lanet olasıca. Bu da ne demek oluyor şimdi böyle?

     Öylece kalakalan atölye şefi, sağına soluna baktı. Bu rezilliği en azından apartman sakinlerinin görmemesine sevindi. Tencereyi yerden alma zahmetine girmeden aşağı indi. Evine girdi. Başının ağrısı daha da artmıştı. Bir ağrı kesici aldı ve yattı.

Bölüm 7

     Salih Yalçınkaya uyandığında saat on olmuştu. Önce işe geç kaldığı için panikledi. Bir saniye sonra o gün iş olmadığını hatırlayarak rahatladı. Biraz daha uyumak için tekrar yattı. Beş dakika sonra uyuyamayacağını anlayarak tekrar kalktı.

      Duşun altına girdi. Başının ağrısı hafiflemişti ama kafası allak bullaktı. Korku filmlerindeki gibi bir hafta geçirmişti. Kendine gelmesi zaman alacaktı. Yaşadıklarını kendince yorgunluğa bağladı.

     Duştan çıktıktan sonra tıraş oldu. Üzerine temiz kıyafetler giydi. Bir şeyler atıştırıp bir kahve içti. Buzdolabının üzerindeki not yerinde duruyordu.

     Demek ki hayal görmemişim…

     Salona geçti. Antika telefon yerinde duruyordu. Son derece de zararsız görünüyordu. Sonra pencereye yaklaştı. Sokakta siyah takım elbiseleriyle kendisini gözetleyen kimse yoktu. Gülümsedi.

     Mutfağa döndü. Buzdolabına ve diğer dolaplara göz attı. Evin eksiklerini not aldı. Bugün yalnız başına dışarı çıkacak, hava alacak, sakin ve huzurlu bir hafta sonu geçirecekti. Dönüşte de markete uğrayıp eksikleri alacaktı.

     Arabasına atladı. Taksim’den Beşiktaş’a doğru devam etti. Beşiktaş’tan Sarıyer’e sahil yolunu takip etti. Palio’sunu uygun bir yere park etti ve deniz kıyısında yürüyüş yaptı. Balık lokantasına gitmeye kalktı. Sonra vazgeçti. Öğle yemeği için o kadar para harcamaya kıyamadı. Bir simit aldı. Deniz kıyısındaki banklardan birine oturdu. Manzaraya bakınarak simidini yedi.

     Hava oldukça soğuktu. Ona kalsa bütün gününü burada açık havada geçirebilirdi. Ama göz göre göre de hasta olmanın alemi yoktu.

     Arabasına tekrar bindiğinde saat ikiyi birkaç dakika geçmişti. İki gündür karısından haber almadığını hatırladı. Bu kadarı biraz fazlaydı. Telefon etti.

     Cevap yok…

     Mesaj yazdı.

     Sana ulaşamıyorum. Mesajı görünce hemen dönüş yap lütfen.

     Aracı çalıştırdı. Bir süre motorun ısınmasını bekledikten sonra hareket etti. Aşağı yukarı aynı güzergahı takip ederek yarım saat boyunca ilerledi. Eve varmasına beş kilometre kala yol üzerindeki bir süpermarketin yakınında durdu. Markete doğru ilerledi. İçeri girmeden önce paltosunun cebini yokladı. Evden çıkmadan önce yaptığı liste yanındaydı. Sert kapıyı ittirerek içeri girdi. Vakit öldürmek için alışverişe hemen başlamadı. Gazete ve kitap reyonlarını dolaştı. Giysilere göz gezdirdi. Nihayet alacaklarını aldı. Kasadaki kalın gözlüklü ince sesli şişman kıza peşin ödeme yaptı ve çıktı. Elindeki büyükçe poşeti sağ ön koltuğun alt tarafına bıraktıktan sonra saatine baktı.

      Henüz dört bile olmamıştı.

     Günü pek de umduğu gibi geçmemişti. Yine de geride bıraktığı korkunç haftayı düşününce… En azından sakin ve olaysız bir gün geçiriyordu ve şikayet etmeye hakkı yoktu.

     Bu saatte eve dönmek içinden hiç gelmiyordu. O lanet olası telefon aklına geldikçe içine fenalık geliyordu. Birden telefonu satın aldığı yeri yeniden ziyaret etmek için karşı konulamaz bir dürtü hissetti. Buna karşı koymak için kendisiyle mücadele etti ama başaramadı. Oraya gidecekti. Ama arabasından bile inmeyecekti. Sadece bir göz atacaktı. Bu kadarında bir sakınca yoktu.

     Yarım saat sonra oradaydı. Tam bir hayal kırıklığı… Yine aynı evcil hayvan dükkanı…

     Ne bekliyordun ki?

     Salih Yalçınkaya kendine verdiği sözü tuttu. Aracından hiç inmedi. Huzurlu bir gün geçiriyordu. Bundan memnundu ve günü olaysız tamamlamaya kesin kararlıydı. Eve dönmek üzere hareket etti. Yokuş aşağı üç yüz metre ilerledikten sonra kaldırımda ilerleyen yaşlı adamı fark etti.

     İnanamıyorum. Bu o…

     Emin olmak için yavaşladı ve kaldırıma yaklaştı. Adama belli etmeden kısa bir süre takip etti. Evet, bu kesinlikle oydu. Hasan bilmem ne. Yaşlı adamı arada ideal bir mesafe bırakarak yüz metre kadar daha aracıyla izledi. Uygun gördüğü bir noktada onu gözden kaçırmamaya dikkat ederek Palio’sunu park etti. Tempolu adımlarla adama yetişti. Sonra kendini tutamayarak stratejik bir hata yaptı. Adama seslendi.

     “Hey, sen! Hasan!”

     Adam arkasını döndü. Salih Yalçınkaya’yı fark etti. Aniden kaçmaya başladı. Yaşından hiç umulmayacak bir hızla koşuyordu. Elli beşine merdiven dayamış olan Salih Yalçınkaya da koşmaktan başka çare bulamadı. Spor yapmak gibi bir adeti yoktu. En son ne zaman koştuğunu hatırlamıyordu bile. Hiç de hoş bir deneyim değildi bu. Etraftaki insanlara çarparak ve tıknefes bir halde beş yüz metre kadar yaşlı adamı takip etti. Adam tahminen yetmiş beş yaşındaydı ve bu haliyle bile onu çoktan yakalamış olması gerekirdi. Ama adam arayı açıyordu. Nihayet bir ara sokakta köşeyi döndüğünde onu tamamen gözden kaybetti.

     Lanet olasıca ihtiyar…

     Salih Yalçınkaya iki elini dizlerinin üstüne dayadı. İki büklüm olmuş halde nefesinin yerine gelmesini bekledi. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibiydi. Bu soğukta sırılsıklam terlemişti.

     Kendine geldiğinde hızlı adımlarla arabasına doğru yürüdü. Neyse ki kimse ceza falan yazmamıştı.

     Yarım saat sonra evdeydi. Sözüm ona sakin bir gün geçirecek, deniz havası alıp kafasını dinleyecekti. Alışveriş poşetini mutfağa bıraktı. Üstünü değiştirdi. Karnı zil çalıyordu ama yemek yapmaktan pek de anlamazdı. Kendine bir sandviç hazırladı. Hızlıca yedikten sonra salona geçti. Uzaktan kumanda aletini aldı. Kanepenin önüne çektiği sehpaya ayaklarını uzattı. Televizyonu açtı.

     Beş dakika sonra uyuklamaya başlamıştı bile.

     Rüyasında güzel komşusu Çiğdem Hanım, tekrar kapısını çalıyor, onu sabah öylece bıraktığı için özür diliyor, tekrar içeri alması için yalvarıyordu. Sonra öpüşmeye başlıyorlardı. Ancak saniyeler sonra Salih Yalçınkaya’nın öptüğü kadının aslında bugün kovalayıp elinden kaçırdığı yaşlı Hasan Bilmem ne olduğu anlaşılıyordu. Salih Yalçınkaya yaşlı adamı iğrenerek ittirdi. Adam yere düştü. Ayağa kalkamadan yaşlı adamın cep telefonu çalmaya başladı.

     Dııırrrnn… Zrrrrrnnn…

     Fakat… ne tuhaf bir cep telefonu sesiydi bu. Daha çok eski tip ankesörlü telefonları andırıyordu.

     Rrrıınnnn….

     Salih Yalçınkaya olduğu yerde fırladı.

     Ne rezil bir rüyaydı…

     Susamıştı ve canı kahve çekmişti. Kendini toplamaya çalıştı.

     Gıırrrnnnn…

     Bir kez daha irkildi. Telefon sesi belli ki gördüğü berbat rüyanın bir parçası değildi.

     Zıırrrrrrrnn…

     Lanet olasıca alet susmuyordu. Yalçınkaya oturduğu yerden kalktı. Soğuk terler dökerek cehennem kaçkını parlak siyah alete yaklaştı. Titreyen elini istemeye istemeye uzattı.

     Ddıııııırrrrrrrrrrrrrrnnnnn!

     Nihayet ahizeyi kaldırdı. Ama bir şey söylemek yerine sessizce bekledi.

     “Nefes alıp verişini duyabiliyorum korkak herif. Oradasın biliyorum. Sen bir korkaksın. Her zaman da öyleydin…”

     “Kimsin lanet olası?! Benden ne istiyorsun?”

     “Kim olduğumu çok iyi biliyorsun. Ne istediğimi de öyle…”

     “Hayır, bilmiyorum!”

     “Aşağılık yalancı. Zavallı ezik. Bırak şimdi bunları. Sen karına bile sahip çıkamıyorsun, öyle değil mi? Onun gerçekten ailesini ziyarete gittiğine inandın mı? Bunu yuttuysan sen tam bir ahmaksın demektir. O şimdi başka bir adamın kollarında. Ve bir daha asla dönmeyecek. Asla!”

     “Hayır. Yalan söylüyorsun. O böyle bir şey yapmaz!”

     “Bana inanmıyorsan neden kendin kontrol etmiyorsun? Sende onun annesinin telefon numarası var. Arayıp sorabilirsin…”

     “Sen tüm bunları nasıl bilebilirsin? Kimsin?”

     Klik.

     Hat kesilmişti.

     Anlaşılan o ki kabus henüz sona ermemişti. Belki de yeni başlıyordu. Salih Yalçınkaya derin bir nefes aldı. Bu şartlar altında ne kadar yapabiliyorsa o kadar kendine gelmeye çalıştı. Sonra cep telefonunu eline aldı. Rehberden Şükriye’nin annesinin numarasını buldu. ‘Ara’ya bastı.

     Bir süre sonra telefonun diğer ucunda yaşlı ve yorgun bir kadının cılız sesi duyuldu.

     “Alo? Kimsiniz?”

     “Benim anne, Salih. Şükriye orada mı? Ona ulaşamayınca merak ettim.”

     “Lütfen saçmalama Salih. Onun burada olduğuna gerçekten inanıyor olamazsın.”

     “Ama bana oraya gideceğini söylemişti. Daha doğrusu not yazmıştı. Babam hastaymış.  O şimdi nası…”

     Dıt dıt dıt dııııt dıt dıt dıt…

     Telefon kapanmıştı.

     Salih Yalçınkaya birkaç kez daha denemesine rağmen aramalarına cevap veren kimse olmadı. 

Bölüm 8

     Salih Yalçınkaya kabuslarla dolu bir gece geçirdi ve sabahın köründe kalktı. Kendisini berbat hissediyordu. Karısı onu aldatıyor muydu? Geri dönmeyecek miydi? Bu lanet olası telefon neyin nesiydi? Telefonu satan ihtiyar kimdi? O yaşta bir adam nasıl olup da o kadar hızlı koşabiliyordu? Komşusu Çiğdem Hanım yoksa onu hiç ziyaret etmemiş miydi? Kapısının önünde gördüğü o tuhaf siyah kıyafetli adamlar da kimdi? Deliriyor muydu?

     Delirdiğini sanmıyordu. Önceki hafta o lanet olası telefonu satın alana dek son derece normal, hatta oldukça da rutin ve sıkıcı bir hayatı vardı. Her şey o parlak siyah, şeytani cihazı satın almasıyla başlamıştı. Tüm sorularının cevabı da ondaydı.

     Belki de telefonun içini açmalı, onu parçalarına ayırmalıydı. Veya onu denize fırlatmalıydı. Böylece sıradan, sıkıcı ve rutin hayatını geri alırdı. Evet, aslında bu hiç de fena bir fikir değildi. Böyle yapacaktı.

     Duşa girdi. Sonra mutfağa gitti. İçinden bir şey yemek gelmedi. Kendine kahve koydu. Kahvesini yudumlarken salona geçti.

     O lanet olası aleti ortadan kaldıracaktı…

     Böyle basit bir çözümü nasıl olup da daha önce düşünememişti ki?

     Salona girdi. Ahşap sehpaya doğru ilerledi.

     TELEFON YERİNDE YOKTU.

     Salih Yalçınkaya bayılır gibi oldu. Elindeki kahve fincanını düşürdü. Bir haftadır yaşadığı ve artık alışmaya başladığı bu travma duygusunu bir kez daha yaşadı. Göğsü sıkışıyor, gözleri kararıyor, başı dönüyor ve midesi bulanıyordu. Artık bundan yorulmuştu.

     Yapabileceği tek aklı başında şeyi yapmaya karar verdi. Polise gidecek ve karısı hakkında kayıp ihbarı verecekti.

Bölüm 9

     Salih Yalçınkaya, öğleden önce Taksim Meydanı’nda, Cumhuriyet Caddesi üzerinde yer alan Taksim Polis Merkezi Amirliği’ndeydi.

     İlgili memura durumdan bahsettikten sonra, genç memur  kendisine doldurması için birtakım belgeler verdi. Belgelerde  kendisinin ve karısının kimlik bilgileri, ikamet adresi, karısının son görüldüğü yer, sağlık durumu gibi rutin bilgiler talep ediliyordu.

     Bir kenarda belgeleri doldurduktan sonra bunları memura teslim etti. Ama bu genç memur oldukça deneyimsiz birine benziyordu. Yalçınkaya’nın gözü adamı tutmamıştı.

     “Komiser Bey ile bizzat görüşmemde sakınca var mı?”

     “Lütfen sakinleşmeye çalışın Salih Bey. Endişelerinizi anlıyorum. Ben belgeleri amirime şimdi teslim edeceğim ve durumu bizzat anlatacağım. Kendisi konuyla ilgilenecektir. Elimizden geleni yapacağız merak etmeyin.”

     “Ama ben…”

     “Burada bekleyin lütfen. Birazdan döneceğim.”

     Genç memur, Yalçınkaya’nın tepki vermesine izin vermeyecek kadar hızlı bir şekilde uzaklaştı. Salih Yalçınkaya’ya saatler kadar uzun gelen bir on dakikanın ardından geri döndü.

      “Salih Bey, durumu amirimle detaylı olarak konuştum. Dilekçeniz de kayda geçirildi. Siz şimdi lütfen rahat olun. Biz konuyla yakından ilgileneceğiz. Bir gelişme olduğunda size döneceğiz.”

     “Keşke komiserinizle yüz yüze…”

     Genç memur Salih Yalçınkaya’ya emrivaki bir şekilde çıkış kapısını işaret ederken,  “Salih Bey, gereken yapılacak” dedi ve arkasını dönerek ortadan kayboldu.

     Salih Yalçınkaya karakoldan çıkarken polisin konuyu ciddiye alıp almadığından emin değildi. Genç memurun tavırları tuhaftı. Yalçınkaya bu tuhaflığı tam olarak tarif edemiyordu ama genç memurun tavırlarında yanlış olan bir şeyler olduğundan emindi. Sanki olayı önceden biliyormuş gibiydi. Veya çocuk teselli ediyor gibi. Yine de konuyla ilgilenmelerini ummaktan başka çare yoktu.

     Telefon artık yoktu. Karısıyla polis ilgilenecekti. Atölyedeki kavga uzamamıştı.

     Arabasına bindi. Eve gidip bir uyku çekecekti. Aracı çalıştırdı. Onları hareket etmeden hemen önce fark etti. Siyah takım elbiseli iki adam onu takip ediyordu.

     Lanet olsun. Kim bunlar? Benden ne istiyorlar?

     Yalçınkaya olan bitene anlam veremiyordu. Son on gündür olan biten hiçbir şey yerli yerine oturmuyordu.

     Ama bir tek şeyden emindi; peşindekiler iyi niyetli değillerdi.

     Yine de emin olmadan önce tepki vermek istemedi. İstiklal caddesi civarında gözünü dikiz aynasından ayırmadan birkaç yavaş tur attı.

     Peşindelerdi.

     Niyetlerinin ne olduğunu bilmiyordu. Öğrenmek için ölüyordu. Belki bu tuhaf görünümlü iki adam, başına gelen tüm gariplikleri ona açıklayabilirlerdi.

     Ama bundan emin değildi. Sorularının cevapları siyah giysili adamlarda da olsa, bunları öğrenmek ona çok pahalıya patlayabilirdi.

     En iyisi onlardan kurtulmaktı.

     Aniden hızını arttırdı. Yayaların yoğun ve sokakların dar olduğu İstiklal Caddesi’nde etraftaki insanlardan küfürler yiyerek yolun genişlediği Taksim Meydanı’na ulaştı. Oradan aşağıya, Sıraselviler Caddesi’ne doğru tüm hızıyla ilerledi. Dikiz aynasına tekrar baktı. Allah’ın cezası herifler hala peşindeydi.

     Birkaç kilometre sonra Cihangir’in dar ve virajlı sokaklarına ulaştı. Direksiyona hakim olmakta zorlanıyor, keskin virajları alırken lastiklerin çıkardığı sesleri duyabiliyordu. Alnından süzülen terler gözüne girerek yanmasına neden oluyor, ama direksiyonu bırakacak durumda olmadığı için alnını silemiyordu. Ama onca gayretine rağmen peşindekileri atlatamamıştı.

     Yüksek tempolu kovalamaca, Cihangir’den sonra daha geniş ve düz bir cadde olan Tarlabaşı Bulvarı’nda devam etti, oradan da Galata Köprüsü’ne uzandı.

     Kovalamaca tüm hızıyla devam ederken, Salih Yalçınkaya aniden önüne çıkan köpeğe çarpmamak için direksiyonu kırdı. Köprüdeki yoğun trafik yüzünden dar alanda manevra yapmaya çalışırken direksiyon hakimiyetini tamamen kaybetti. Otomobilin ön tekerlekleri köprünün kenarındaki bariyerlere sert bir şekilde çarptı. Metal bariyerler çığlık atarcasına büküldü. Aracın ağırlığını kaldıramayarak yerinden çıkan metal bariyerler, Fiat Palio ile aynı anda boşluğa savruldu. Araç ve metal bariyerler, sanki zaman yavaş çekimde ilerliyormuş gibi birkaç saniyeliğine havada asılı kaldı. Sonra büyük bir gürültüyle suya düştü. Sular aracı yutarken yüzeyde genişleyen dalgalar oluştu.

     Salih Yalçınkaya, köprüden aşağı şaşkın şaşkın bakan kalabalığın çığlıkları arasında tüm dertlerinden kalıcı olarak kurtulmuştu.

Bölüm 10

     Sahil güvenlik ekiplerinin ve diğer ilgililerin olaya müdahale etmesi ile aracın vinçlerle sudan çıkarılması toplamda yaklaşık dört saat sürdü.

     Ertesi gün sabah saatlerinde, olayla ilgilenen Sualtı Arama Kurtarma timinin yetkilisi üsteğmen Selim Onat, Taksim Karakolu’nda Baş komiser Halil Kasap’ın konuğuydu.

     Şişman, bıyıklı, kel ve yaşlı Halil Kasap, “Zavallı adam, daha dün buraya karısının evden kaçtığını zannederek gelmişti.”

     Selim Onat,

     “Neden ‘zannederek’ dediniz?” diye sordu.

     “Çünkü bu mümkün değil. Ama size olayı en başından anlatsam galiba daha iyi olacak Selim Bey. Daha sonra da sizden dünkü operasyonla ilgili detayları sözlü ve yazılı olarak alırım.”

     “Elbette. İçimden bir ses bana ilginç bir hikaye anlatacağınızı söylüyor.”

     “Üstüne bastınız. İlginç ve biraz da üzücü tabi. Dün cesedini sudan çıkardığınız Salih Yalçınkaya elli üç yaşında bir teknisyen. Otuzlu yaşlarına doğru, kendinden on yaş kadar küçük bir kadınla evlenmiş. Kadın Konyalı. Adı Şükriye. Arkadaşlarının anlattığına göre adam, kızı çok seviyormuş. Evlendikten kısa süre sonra çocuklarının olmayacağı anlaşılmış. Birkaç sene uğraşmışlar, tedaviye falan gitmişler ama nafile. Sonuç yok. Bir süre sonra tedaviyi bırakıp gerçeği kabullenmişler. Ama tedaviyi bıraktıktan birkaç ay sonra, ki sanıyorum evliliklerinin beşinci veya altıncı yılında, Şükriye mucizevi şekilde hamile kalmış. Bunu öğrenen Salih önce sevinçten havalara uçmuş. Ama sonradan içine kurt düşmüş…

     “O yıllarda Salih Yalçınkaya tekstil atölyesinde vardiyalı çalışıyormuş. Yani bir hafta gündüz bir hafta gece. Veya onun gibi bir şey. Zamanında tedavi için gittikleri doktor, net bir şekilde Salih Yalçınkaya’nın çocuğu olamayacağını ifade ettiği için, gece vardiyasına kaldığı günlerde evde yalnız olan karısının ne yaptığını merak etmiş.”

     Selim Onat, “Bu işin sonu kötü bitecek gibi duruyor” dedi araya girerek.

     “Ne yazık ki dediğiniz gibi oldu. Bir gün, gece vardiyasındaki Salih Yalçınkaya bir bahane uydurarak patronundan izin almış ve gece yarısı eve dönmüş. Kendi yatak odalarında hamile karısını sevgilisi ile yakalamış. O anda ortalık karışmış tabi. Karısını ve adamı bıçaklamış. Adam da kendini savunmaya çalışırken Salih Yalçınkaya’yı bıçaklamış. Yalçınkaya ağır yaralansa da bir süre sonra hayati tehlikeyi atlatmış. Şükriye karnındaki bebek ile ölmüş. Tabii birlikte olduğu adam da.  Salih Yalçınkaya’ya on beş yıl vermişler ama dokuzuncu yılın sonunda şartlı tahliyeyle salıverilmiş. İşine geri geri dönmüş…

     “Ama hikaye burada da bitmiyor ne yazık ki. Şartlı tahliyenin koşulları gereği, Salih Yalçınkaya haftada bir buraya gelerek rapor veriyordu. Bunu da üç yıl boyunca hiç aksatmadan yaptı. Bu süre boyunca kurallara uygun, temiz bir hayat sürdü. Ama son aylarda imza için karakola uğramayı bıraktı. İş yerinde agresif tavırlar sergilemeye başladığını, evdeyken kendi kendine konuşmaya başladığını öğrendik. Durumunu takip etmesi için bizim çocuklardan ikisini peşine taktım. Onları ajan falan sanmış galiba. En son antika bir telefonla kendi kendine konuşuyormuş. Yaşadıklarının etkisiyle kafayı bozmuş anlayacağın.”

     “Bu gerçekten de berbat bir hikayeymiş komiser bey.”

-SON-


Yorum bırakın